30 Aralık 2012 Pazar

İstanbul'dan


Dün gece itibariyle İstanbul'a inip, anneme kavuşmuş bulunmaktayım.
Bu sefer her zamankinden uzun sürdü İzmir'de kalışım. Mutlaka bir boşluk bulduğumda İstanbul'a geldiğimden alışmıştım. Ama bu kez hiç fırsatım olmadı. O yüzden çok özlemişim.
Benim için yarattığı açık büfeyi de!

Yılbaşı akşamını geçirip İzmir'e döneceğim. Ertesi günse finaller beni bekler. 
Uçakta böyle bir hal içindeydim. 
Şu sıralar Şeker Portakalı'na başladım tekrar. Yıllar önce okuyup, hatırlamakta zorlandığım güzel kitabım.
Geçen haftalarda okuduğum, Paulo Coelho'nun Brida'sının yorumu da gelecek.
Herkese iyi pazarlar!

27 Aralık 2012 Perşembe

Haruki Murakami - Sınırın Güneyinde, Güneşin Batısında


Birkaç hafta önce okuyup bitirdiğim, yazısını bekleyen bir kitaptır bu. 
Murakami'nin okuduğum üçüncü kitabı ve Sahilde Kafka'dan sonra ikinci sırayı aldı diyebilirim.
Diğer iki kitaptaki gibi bir anlatım tarzı, ama farklı olan bir şeyler vardı burada.
Daha doyurucuydu sanki.
Her şey, kalıbına uygun yazılıp, anlatılmış.
Olay başlıyor ve bitiyor.
Murakami'nin kitapları, anladığım kadarıyla hep sonu olmaz diye düşünmüştüm öncekileri okuyup bitirdiğimde.
Bu öyle değildi. Kafamda her şey yerli yerine oturdu. Evet, yine karışık bir son. Ama beni tatmin etti.
Yorumladığım kitapların konularından bahsetmeyi pek sevmediğimden, sadece bir alıntı yapayım.

"Kendimden kaçabileceğime cidden inandım, çabalamaya devam ettiğim sürece. Ama hep sonunda dibe vurdum. Her nereye gidersem gideyim karşımda hep kendimi buldum. Eksikler olduğu gibi kaldı. Aynı eksik parçalar asla doyuramayacağım bir açlıkla üstüme geliyordu. Galiba beni tanımlayan şeyler bu noksanlıkların ta kendisiydi."

Bunu okuduğumda, zaten kitapla ilgili düşüncelerim çoktan belli olmuştu. Müthiş.

Bir de, Murakami'nin kitaplarındaki kapak tasarımlarının çok iyi olduğunu söylemiştim. Buna yine değinmek istiyorum.
Bu kitabı elime aldığımda, açıkçası bir şeye benzetemedim. Benim algılarımla ilgili bir sorun muydu bilmiyorum ama, bitirdikten sonra şöyle elimde evirip çevirince, tabi ya! diye sırıttım kendi kendime.
Benim gibi fark edemeyen varsa, göstereyim;


Bu yandan baktığınızda, "sınırın güneyinde" dermiş gibi görünen basit bir hatun profili.


Diğer taraftan da, "güneşin batısında" yı vurgulayan bir adam profili.

Bu adamın kitaplarının kapak tasarımını yapan kişiye buradan selam olsun!
Hastasıyım.

Murakami'nin, okuduğum diğer kitapları olan;

İmkansızın Şarkısı için buraya bir tık

Sahilde Kafka için buraya bir tık

26 Aralık 2012 Çarşamba

Yeni Oda

Taşındığımda aslıda kafamızda belirli bir yer yoktu. Çünkü 3 hatun yaşadıkları için, ev de 3 oda bir salondan oluşuyor. Ama salon büyük olduğundan, bir bölümünü benim odam olması için ayırdık ve ben de oraya yerleştim. 


Kışın balkona çıkılmadığından dolabımı, hemen önüne yerleştirdik. Üzerini kitaplığım olarak ayarladım. İzmir'de olan kitaplarımdan oluşan yeni kitaplığım bu oldu.
Yanındaki duvara da, benim için önemli olan materyalleri ekledim.


Kitaplık benim için odadaki en önemli şey. Eşyalarımdan, masamdan önce, bavuldan çıkardığım kitaplarıma nefes aldırdım. Özenle yerleştirip, diğer eşyaların düzenine geçtim. Hemen yatağımın karşısına koydum onları ki, sabah kalktığımda göreceğim ilk şey olsunlar.


Yatağın kenarında duvarda yer alanlar. Singing in the Rain Şebnem ve Duygu'dan doğum günü hediyesiydi.
Geldiğinden beri baş ucumda.
Hastası olduğum Dünya Haritası'nı da Şebnem'in babası benim için getirmişti.
Ve alttaki ufak görünümlü dünya!
Gece, ışık olmadığında onu seyretmeye bayılıyorum. Öyle güzel parlıyor ki.
Zaten içinde yaşadığım düşlere, bunların büyük katkıları var.


Bugün aldığım ve görünce tam benlik! nidalarıyla aldığım kupa.
Masamda duruyor olacak sürekli.
Mevcut kupa sayım çok fazla olsa da, üzerindeki "martı", deniz feneri ve yelkenlilerle her baktığımda içimi açıyor.
Bana, Martı'yla ilgili güzel planlarımı hatırlattığı için önemli.

Şimdilik, odamdan gösterebiliceklerim bunlar. Masamı şekle şemale soktuğumda, onu da fotoğraflarım. 
Tek eksik olan şey, perde artık. Salon ve benim odamı ayırabilmesi için araya ufak çapta bir şerit olacak.
Bu huzurlu evimden yazdığım ikinci yazı. Umarım bundan sonrası da hep böyle olur :)

24 Aralık 2012 Pazartesi

Taşındım!


Evet, bütün hafta hastalıkla boğuşurken, bir yandan taşınma işlerini hallederek buralara geri dönüyorum.
15 metrekare bir odacığın içinden, hatta onun da yarısından (oda iki kişilik olduğundan), koca bir ev çıkmış gibiydi eşyalar toplanırken.
Neyse ki, her işi düzgünce halledip sonunda yerleşebildim.
Salonun ayrılan bir kısmını, benim odam haline çevirdiğimizden dolayı artık tek gereken, araya bir perde koymak.

Köy'de (yurtta) olduğumdan daha huzurlu, daha mutluyum. Yanlarına taşındığım hatunlar, burada sürekli bahsettiğim kişiler. Bir nevi tanıyorsunuz da.
Onlarla birlikte olunca, hayat daha kolay, daha bir yolunda oluyor.

Bundan sonra, artık yerleşim işlerim ve çoğu şeyim düzene oturduğundan dolayı, sınavım falan da olsa, daha çok yazı yazıp blogla ilgilenebileceğim. Çünkü artık, kafa olarak da kendimi daha rahat hissediyorum. Bu, insanın paylaşmaya değer şeylerinin daha çok olduğunu gösteriyor sanki. 
Blog yazmanın bir yönünü daha öğrenmiş oldum. Uzun zamandır belirsizlikler içinde değildim. 
İnsanın bir şeyleri yoluna koyması gerekiyormuş.

Sizi nasıl özledim, belli değil.
Sık sık görüşmek üzere :)

Fotoğraf; Bornova Metro'nun karşısındaki Kahve Diyarı'nda bulunan "tren cafe" den. Ya da Vagon. Tam olarak emin değilim. Ama tren şekli verilmiş, müthiş bir yer.
Tam burada, biraz bahsetmiştim, tık tık :)

15 Aralık 2012 Cumartesi

Bir Huzur Bulduk

Bir haftadır bir şeylerin kararını vermeye çalışırken, sonunda her şeyi ayarladığımızdan dolayı taşınıyorum. Blogu takip edenler bilirler, Öğrenci Köyü denilen bir yurtta kalıyor idim. Ama sınav zamanlarında 3 hatunun -ev arkadaşlarımın- evinde ikamet ediyordum.
Artık tamamen taşınıyorum. Bu sebepten dolayı da yazılar biraz aksıyor vs. Affola.

Geçen gün Şebnem'le Büyükpark'a gidip kitap okuma niyetindeydik. Canımız banklarda oturmayı istemeyince, yeşilliğin ortasında sanki bizim için oraya yapılmış bir alan bulduk ve yayıldık.


Havanın soğuk olmasına aldırmayıp, gidip orta yerine oturduk. 
Dersimi bekleyene kadar zaman geçirdik. 
Ve kitapları çıkardık.


Uzun zamandır huzuru bu kadar içten yaşamamıştım. 
Martı'yı okuyuşum 87324920. kez sanırım. Jonathan Livingston'la büyümek bir insanın kişiliğini etkiliyor bir de.
Altını çizdiğim cümlelere, tekrar okumalara doyamıyorum.
Bu parka en çok yakışan da, içindeki Martı'lar oldu.
Kitabı açtığınızda, içinden çıkıp uçacaklarmış gibi.


Bayağdır fotoğraf çekilmemişim bir de, onu fark ettim. 


1 nolu ev arkadaşını görüyorsunuz. Bir önceki yazıdan, yeni hala olduğunu bilirsiniz.
Hatun şirinlikten ölüp gidecek. 


Koşturmacaların içinde, iyi bir gün ayırdık kendimize. Bundan sonra her kitap okuma isteğinde, orada bulunacağız sanıyorum. 
Yazacak çok şey, okuduğum kitapları anlatacak çok yazı bekliyor sırada. Her şey düzene girince, daha sık yazacağım elbette. 

Yazılarınız, yorumlarınız için çok teşekkür ederim. 
Özellikle bir önceki yazıda, Altay bebeğe dilekleriniz için ayrıyetten çok teşekkürler!
İyi ki siz varsınız. Burada olduğunuzu bilmek, iyi hissettiriyor :)

8 Aralık 2012 Cumartesi

Bakın Kim Geldi

Şebnem'in hala olmasını dört gözle bekliyorduk, daha zamanı vardı o yüzden herkes rahattı. Ta ki 2 gün öncesine kadar..
Öğlen 11'de, bir haber geldi. Meğer oğlan daha fazla sabredemeyecekmiş, geliyormuş :)
Apar topar, kalkıp hastaneye koştuk. Herkesleri topladıktan sonra, bekleyişlerimiz başladı.



Tağ akşama doğru doğum olacağını öğrenince, hemen lokumlarını hazırlamaya koyulduk.
Ve odasını hazırladık.
Hayatımda ilk defa yeni doğan bir bebek göreceğim fikri, karnımı ağrıttı ilk başta.
Altay'dan önceki bebeklerin ağlamaları, o kırmızı-mor karışımı tipleri.
Hağla da o etkiden çıkabilmiş değilim.

Bizimkinin kısık ağlaması ile, merdivenlerden indirildiğini görür görmez makinayı kaptığımız gibi çullandık üzerine.
 Ve..


Gördüğünüz üzre Altay'ın size selamı var.

Hiç de ağlamadan, usulca kıyafetleri giydirildi. Bir de böyle pozlarını aldık.
Mucize dediklerinde abarttıklarını düşünürdüm, ama böyle şahit olunca..
Sanırım mucizeden de öte bir şey.


Bir adet baba ve halayı görüyorsunuz.
Çocuğa mutantmış gibi bakmaları, yanına yaklaşmaktan korktukları için.
Öyle uzaktan meraklı gözlerle süzdük hep, hah.


Fotoğraftaki huzuru hissedebilirsiniz.
Bütün bunların yanı sıra.
Tamam evet, Altay'ın ve diğerlerinin doğuşu olağanüstü.
Sağlıklı olması her şeyin ötesinde belki.

Ama hepsinden öte benim en çok etkilendiğim şey başka.


Doğumu beklerken, Volkan abi (müstakbel baba) heyecanından ortalıklardan kayboldu durdu.
Doğum haberi geldiğindeyse, ağzından İkbal (müstakbel anne) ismi düşmedi.
Herkese İkbal Abla'yı sordu, her karşısına gelene İkbal nerede dedi.
İkbal iyi mi? Yanına gideyim. Nerede şimdi?
Onca karışıklığın, sevincin içinde onun en çok düşündüğü İkbal Abla'ydı.
Suratı telaşlı, sürekli onun ismi dilindeydi.

Maşallah diyin :)

3 Aralık 2012 Pazartesi

Tersten Bakmak Gerek


Her şeyin ters gittiği, bir türlü düzelmeyen günler olur ya, hah.
Tam öyle bir gün yaşadık geçenlerde, Şebnem'le.
Sonra büyük bir yorgunlukla Büyükpark'a attık kendimizi, bir banka.
Gün düzelmeyecekti, belli ki. Daha da kötüleşecek.
Kafayı arkaya atıp, saatlerce öyle baktık bir de.
Ne kadar zaman geçmiş bilmiyorum, ama şu gördüğümüz öyle huzurluydu ki bize o gün.

Ben ona, eskiden halamın evinin tavanının da böyle parke gibi olduğundan bahsettim. Sonra her seferinde acaba tağ oraya kadar ulaşıp nasıl sildiği aklımıza takıldı. Onun da bir fikri yoktu. Belki bezle, belki de vileda gibi bir şey. Belki de şu uzun, silmelik şeylerden. Ama eskiden onlardan ne arasın ki.

Zaten bilinenin aksine, hiç de sevmezdim o evi. Bir arka bahçesi vardı.
Orda hep kötü şeyler olduğunu düşünürdüm, çünkü hiç çıkarmazlardı beni.
Laps diye açılan bir kapısı vardı, hiç hayra alamet bir yer değildi bence.
Mutfaktan geçilirdi bir de oraya.
Belki de sadece aile büyüklerinin haberinin olduğu, insan görünümlü, ağızları yüzleri büzüşmüş yaratıkları besliyorlardı. Eniştem arada sırada çıkıp bir şeyler kontrol eder içeri girerdi çünkü. 
İnsan görünümlü yaratıklardan başka neyi besleyebilirdi ki allasen?
Halam da onun yardımcısıydı işte. 
Hem şahsi fikrim, artan yemekleri onlara taşıması için kendi elleriyle verirdi. Buraya da yazıyorum.

Yağ, çocukluğumdan kalma bir bilinçaltı sendromunu da paylaşmış oldum.
Belki babam bunca şey düşündüğümü bilse, çıkarırdı beni oraya. Ama hiç söylemedim.
Ketumum ben çünkü. 
Hem o kadar kurmuşum kafamda, şimdi bu hayalgücünün karşısında, bir köpek falan görsem üzülmez miyim?
Bir tavan görüp de, bu kadar çok şey düşünebilen insan evladıyım tabi.

Sınavlar bitti, şimdi de yurdumda internet yok. Bir türlü kavuşamıyoruz.