23 Şubat 2016 Salı

Filmlerden Bir Gün #10 - The Revenant


Blogta birkaç seriye devam ettiğim gibi filmler serisinden de devam ediyorum. İzlediğim filmleri yazacağım tabi ama burada boyumdan büyük eleştirmenlikler falan taslamayacağım. Bana ne canım. Ben normal, sinema sever bir izleyiciyim.  Sevdiğim ya da hoşlanmadığım neyse o.. Neden mi böyle diyorum? Poposunun üzerinde oturup şöyle kötü, böyle berbat, puanım iki, zaman israfı hede hödö tarzı yazılar görmeyi sevmiyorum. Ne oluyor yahu hepimiz ömrümüzü sinemaya adadık da eleştirmen mi kesildik. Her film bir emek, şahsen yerin dibine sokulan yazılar yersiz eleştiriler gördükçe pas geçiyorum ben direk. Her neyse işte aman durum bu :)

The Revenant ne söylendi, ne çok konuşuldu! Leo dillere pelesenk oldu. Oscarı alması için adaklar adandı mumlar yakıldı.  Baktığımız her yerde filmden çok Leo'nun oscar hayalkırıklıklarından oluşan fotoğraflara, galerilere rastlıyoruz. Parodiler izliyoruz.  Bitmiyor efendim. 
Herkesin fikri var yahu, herkes izlemiş. Ama HERKES baya bildiğin. Ne oluyoruz, durun herhalde bir ben kaldım diye koştur koştur Kitap Ağacı oluşumundan Elif'le girdik kolkola gittik sinemaya. Seansı kaçırmışız. İftarlık Gazoz'a girdik. Hayaller-Hayatlar.
Bir sonraki hafta tutturduk Revenant'ın seansını. 


Adama bayıldığımdan - ki bu nasıl bayılmaksa film vizyondan kalkana kadar beklemişim- tarafsız gitmedim tabi. Çok fena taraflıydım. Yürü be Leo alacan oscarı aldıracaz sana nidalarıyla girdim salona. Reklamların geçmesini zor bekledim. -ama film vizyondan kalkana kadar beklemişim, taktım buna- İlk 20 dakikada verdim gönlümün oscarını. Ama Revenant diye değil, adamı yüzyıllardır sinemada izlemiyormuşum o sebepten bir gaza geldim ben.
Her şey bir yana genel olarak iyi giden bir film olmuş. Ben heyecanla ve bir o kadar üşüyerek izledim. Birçok kişinin aksine "ifadesiz bir suratla oscarı bekliyor" demekten ziyade, olması gereken bir yüz ifadesiyle oscarı bekliyor demek isterim şahsen. Tabi film boyunca, artık yani bu da olmasın, o kadar da olmasın dediğim yerler var. Ama mevzu zaten adından belli, ya ne olsundu deyip sindim koltuğuma. Zaten mimikleri ve o hali tavrı apayrı bir havaydı. Yeri geldi safi gözleriyle bile anlattı ne hissettiğini ki, en iyi sahneleri o bölümlerdeydi.


Ama o Tom Hardy de ne müthiş bir pislik rolüne bürünmüş! Bunu da söylemeden geçemeyeceğim. Gidip kendi ellerinle gebertmek isteyecek kadar tiksindiriyor kendinden. Harika bir iş çıkarmış.


Velhasıl kelam soğuk, sessiz ve donuk, bolca görsel şölenli filmdi. Ha oscar ne iş olur derseniz, alsın yahu! 
Şahsen Leo'nun o oscarı zaten tee 20 yaşında Arnie Grape rolüyle çoktan kapması gerekirdi diye düşünüyorum. Benim için çoğu filmindeki karakterler arasında bir efsaneydi Arnie. What's eating Gilbert Grape? hala bazı zamanlarda açıp izlediğim filmdir. 


Johnny Depp'in abiliğiyle kaç sene önce kendini belli etmiş adam, daha ne yapsın?
Zaten şu akademinin heykelciği Johnny'de neden yoksa, Leo'da da aynı sebepten yoktur.


Ha oldu ki Leo oscarı kaptı, ben onu Arnie şerefine de izleyeceğim!

Ah Arnie! Doğum gününe ben geleceğim!

17 Şubat 2016 Çarşamba

Happy Valentine's Day!

Sevgililer gününde bir minnak kurbağa teyzesini dışarı çıkarmaya karar verdi.
Oturmasındı teyze evde, gezsindi.

Ama kurbağanın uykusu vardı. Biraz kestirdi..
(Baya kestirdi)


Bazen oynamak istedi..


Bazen umursamadı..


Bazen yüzüne esen rüzgardan mahmurlaştı..
Acaba yine uyusa mıydı?
Yek yea daha nelerdi..


Gün batımını izledi gelmişken..
Keyif onun değil miydi?


Çokça şevkat de gösterdi..






Sonra yemeğe götürdü teyzesini, menü istedi minik kurbağa..



Pür dikkat inceliyordu, seçiciydi..
Bebek sandalyesi işi canını sıkmadı değildi..


Bir de sürprizi vardı, garsona seslendi..


Minik kurbağa balon almıştı!
Tabi ya! Balon varken, çiçek de nedendi? 


Ama aldığı balonu çok sevmişti minik kurbağa, kendisi oynamasın mıydı biraz?


Minik kurbağa uçurdu elinden balonu.
En nihayetinde bebekti, seviyordu pata küte vurmasını. Ne yapsındı?
Al işte, gitmişti balon..


Ama olsundu. Teyzeye mis gibi bir gün olmuştu bu.
Sarıldı minik kurbağa teyzesine ve "Boşver oyun arkadaşım o balonu" dedi.
"Ben sana rengarenk balonlar alırım."

9 Şubat 2016 Salı

Babil.com Alışverişi

Kitap yazısı is coming!..

Halihazırda bulunan kitaplığımda yer kalmadığı için kendime 25.kez ne sözü verdim? Kitap almama sözü.
En azından okumadığım birçok kitabı okuyana kadar kendimi tutmam lazım dedim mi? Evet.
Hadi onu da geçtim, birkaç raf daha alana kadar idare etmem lazım mıydı değil miydi? Lazımdı.
Peki ben ne yaptım?
Tabii ki bir kitap alışverişi!
Nasıl hissediyorum? İnanılmaz mutlu yahu :)

Yani nasılsa alacağım kitapları okumak istiyorum. Bir şekilde ilerleyen zamanlarda da okumak istediğim için bunları alacağım. E o zaman niçin beklesin benim dostlarım kitap evlerinin raflarında, depolarının soğuk rutubetli köşelerinde? Ha yerim yok ama bir şekilde masamı, sandalyemi, hiç olmadı yatağımın bir kısmını paylaşırım kendileriyle yani ne var.
işte böyle de düşünürken birkaç kitaptan ne olur dedim ve kendimi kitapyurdu' nda, idefix'te buldum. Sonra babil.com'a bir uğrayayım dedim ve belli başlı kitaplardaki indirimler beni cezbetti. Sitede baya vakit geçirdikten ve sepeti doldurup doldurup boşalttıktan sonra ben uzunca zamandır istediğim bu kitaplarda karar kıldım:


Hiçlikten Gelen kız, Stephen King'in referansıyla ne zamandır aklımdaydı. Çok dikkat çekici bir konusu olduğuna inanıyorum. Çok büyük bir beklenti içindeyim nedendir bilmem. Görüciğiz.

Bayan Peregrine'in Tuhaf Çocukları! Bu kitap şu sıralar tam bir instagram yıldızı. Şöyle okuyorum, böyle bayılıyorum, kahvem ve tuhaf çocuklar, puanım şu falan yorumlarını gördükçe ilk defa bir kitap için neymiş dur ben de bir bakayım dedim. Normalde bütün bu okuma seli geçtikten sonra etraf durgunlaşınca, abartılı yorumlar susunca okurum ama, bu kez herhalde çok fazla beklemeyeceğim.

Fi'yi uzun zaman önce okumuştum bir başkasından ama açıkçası yarım yarım gitmişti. Zaten kitap benim değilse okuma verimim gittikçe düşüyor. Bu yüzden başkasından kitap almıyorum. Ha bir de ben de başkasına kitap vermiyorum. Veremiyorum yani, elim gitmiyor. En sonunda sana ben hediye alacağım söz diyorum. Yeter ki kitaplığımdakini istemesin.. Kitap bencili insanım yemin ederim.
Her neyse, tekrar okumak farz oldu.

Murakami'm canım benim! Okuyamadığım birkaç kitabından biri Renksiz Tsukuru Tazaki'nin Hac Yılları. Sabırsızlanıyorum açıkçası. Bayılıyorum onun anlatım diline, belirsizliklerine.

Ve Philippe Petit. Bu adam yıllar önce hayatıma, tesadüfen bir gece yarısı Ntv'te izlediğim (Sonraları 9 kez tekrar tekrar izleyeceğimi bilmiyordum daha) belgeseli Man On Wire ile girdi. Ama ne belgesel! Kendisi bir ip cambazı. 11 Eylül saldırılarından önce halihazır yerinde duran İkiz Kulelerin arasına çelik halatını gerip üzerinde yürümüş ve bu hikayesini de Man on Wire ile anlatmış.
İnanılmaz bir adam.Onun üzerine ayrı bir yazı yazmak istiyorum. Benim için anlamı yalnızca bir alışveriş yazısında üstünkörü kısa kısa bahsedemeyeceğim kadar mühim! 
 Bu kitap da onun çalışma şekli ve yaratıcılığı üzerine yazmış olduğu eseri. Kusursuz Suç'unu anlatıyor. Başladım bile! :)

Babil.com üzerinden yapmış olduğum kitap alışverişi bu şekilde. Kitaplarımın yanına Arka Kapak dergisinin şubat sayısını ve birkaç not defteri de eklemişler. Benim için en önemlisi ise özenli paketlenmiş olmasıydı. Buna rağmen Philippe'nin kapağının ortasında hafif katlılık izi var ama onun dışında gayet memnun kaldığımı söyleyebilirim. O da benim takıntılı halimden dikkatimi çeken ilk şey oldu :)

Çokça gülün!
Bol kitaplı günler!

6 Şubat 2016 Cumartesi

Kafamda Çalanlar #10


 Bu Nordik kızımızla geçiriyorum çoğu vaktimi şu sıralar. Böyle üzerimde bir İskandinav soğukkanlılığı var. Nasıl bir tabirse yani.
Yorumsuz ve izleyiciyim uzun zamandır. Çoook uzun zamandır.

  Kafamda sürekli;
"Now take me home

 Take me home where I belong

satırları dolanıp duruyor.

  İçimde sürekli bir şey unutmuşum hissi. Evden çıkarsınız ve gittiğiniz yerlerde aklınıza sürekli sanki evde bir şey unutmuşsunuz düşüncesi takılır durur. Yahu bir şey unuttum ama ne? Hah! Cevabını hiçbir zaman bulamadığımız o his.

  Nereye gidersem gideyim, kiminle olursam olayım kafamda dönüp duran "unutmuşluk hissi"ni çok uzun zaman sonra buldum ben. Bu seferki bir anahtar, telefon, cüzdan ya da saçlarım beni olur da bunaltır diye sürekli çantama sokuşturduğum lastik tokalar değil. Olur da dışarıda bir yerlerde okurum diye yanımdan ayırmadığım kitaplarım değil. Birden acıkma krizlerimden birine girerim diye iç ceplerimde duran çikolata değil. Kulaklıklarım bile değil bu kez!

Bu ben, olduğum kişi değilim. 

  Ben kendimi unuttum! Halbuki bulmam çok zamanımı, anlatılamayacak kadar fazla çabamı almıştı. Şu hayatta en çok emeğin nerede, kimde var deseler hiç düşünmeden kendimde derim! Bu bedeni 25 yıl ayakta tutmak hiç kolay olmadı. Hala kolay değil. 

  Her şeyin yanında fikirlerim, tercihlerim, isteklerim, istemediklerim, doğrularım, yanlışlarım, kararlılıklarımdı beni ben yapan. Bunların birini alsanız, hiçlikten öte bir şey kalmaz geriye. Kaybolurum yine o boşlukta. Ayaklarım yatağımdan çıkıp yere bastığında, istediğim her şeyi gerçekleştirebilme gücüyle başlardım güne. Ne büyük güçtür o bilirsiniz!

  Şimdiyse en önemli soru nasıl geri getireceğim? Geri dönüp baksam mı, orada mıdır? Ayakkabılarımla girsem içeri. Topuklarımla ilerlerim belki. Sessizce alsam çıkarsam kendimi, içerisi kirlenir mi ki? Kirlense de görmezden gelinmez mi? Belki.

Kafamda Çalanlar serisini 2012'de bırakmışım. En sonuncusu için şöyle buyrun: Kafamda Çalanlar #9

Şarkı: Aurora-Runaway

Bol gülün!