31 Ekim 2012 Çarşamba

Yolculuk Varken, Ne Hallerdeyim!


Yarın 12'de yolculuk var. Mağlesef ki bu sefer uçakla gidiyorum.
Bavul ortalıkta hazırlanmayı beklerken, bu dağınıklığın içinde, ben oturmuş burada bırakacağım kitaplardan çıkarttığım alıntıları defterime yazmakla meşgulüm. Yoksa aklım onlarda kalacak.

Yeni aldığım bir kaç kitap var, onları bir ara yazacağım.
Bir de bir yorumda kalemlerimi göstermem istenmişti. Ama İzmir'de olan kalemleri de ekleyip yazacağım artık.
Ben esnaf gibi çalıştığımdan, işleri bayağı bir sarkıtıyorum sanırım.
Ama aklımda, unutmadım. Valla.

Şimdi dönüp şu alıntı hallerine bir çeki düzen vereyim. 
Ödevini son güne bırakmış çocuk gibiyim :)

30 Ekim 2012 Salı

Bir Kara Kedi


Bu gördüğünüz 3 aylık simsiyah yavru artık benim!

Diye buralarda haykırmayı, blog alemini inletmeyi çok isterdim.
Ama malesef değil.
Küçük Kız Kardeş'imin. Kendisi gibi kapkara bir kediye kucak açmışlar.
Bir de isim bulmuş ona. Babası söyledi ama birkaç gün önce olduğu için unuttum.


O kadar hareketli ki, fotoğraf çekmek için hiç fırsat bulamadım.
Eve kedi sokmam diyen annemin peşinden ayrılmayınca, hatun bile sevdi onu.
Tırnakları maniküre girmediğinden, ufak tefek kazalar yaşadık tabi. Ama bendeki kedi sahiplenme istediğini daha da artırdı bu velet.


Evde bir kedinin olduğunu bilmek bile başlıbaşına bir huzur sebebi aslında. Kaybolduğunda arayıp, hiç olmadık yerlerden çıktığını görmek insanın yüzünü güldürüyor.
Benim için az bir vakit geçirmeme rağmen, doyamadım.

Yerleşik bir hayata geçtiğimde, umarım bir kedim olacak. Ve ben o zaman, dünyanın en mutlu insanı olacağım heralde.

Küçük Kız Kardeş'i burada görebilirsiniz, bir tık.

Onu bol bol ısırdığım diğer bir yazı içinse buraya buyrun :)

"Kaleciye Midağle" Vardı Bence.

Ben birkaç gündür evde pineklediğimden, elim hiç bilgisayara gitmedi. Bayramda gelen misafirleri bile pijamayla karşılayacak kadar miskindim :)

Bütün bayram günlerini neredeyse böyle geçirirken dün akşam ablamla Fenerin Antalya ile oynadığı maça gittik. Takım cezalı olduğu için, hanımlar ve çocuklara ücretsizdi. Ben bu uygulamayla ilk defa cezalı olan bir maça gittim.
Ama bir şey söylemem gerekirse bu gerçekten "ceza"lı bir maçtı.
Hatunlarla maç izlenir mi! İz-len-mez. Hele bir stad dolusuysalar, oradan kaçın! Bunu deneyimledim malesef.


Zaten içeriye güvenlikle kavga ederek girdim. Bozuk paralarımı avuçladığı için. Bütünletmeme de izin vermeyince benim söylenmelerimin üzerine bir güzel küfür etti bana. Ben de sen kime küfrediyorsun diye üzerine yürüdüm. Küfür işin içine girince, gerçekten insanın gözü dönüyormuş. İlk defa bu yaşımda birini dövecektim sanırım.
Sonra başları olan bey geldi, beni stadtan kovdu. Nolduğunu bile anlayamadım, adamı atlatıp bir güzel tribüne girdim. 
İnanır mısınız, adam elli beş bin kişinin içinden geldi beni buldu ve paralarımı bütünletip bütünletmediğimi sordu. Öh artık. Neyse ki bütünletilmiş paralarımı görünce sakinleşti.


29 ekim dolayısıyla güzeldi aslında. Bayrak açılıp, konfetiler falan patlatıldı.
Ama öyle bir taraftar vardı ki, Volkan'la yattık, Volkan'la kalktık. Maç boyunca hem de.
Volkan'a yapılan tezahürat Fenerin maçında olduğumuzu unutturdu bana. Normalde diğerleri de teker teker tribüne çağrılır, alkış aldırılır. Diğer oyunculara yazık diye sinir olurken, Volkan da bu durumdan hoşnut olmamış olacak ki, 3 tane topu içeriye aldı. Güzel de yaptı.
Alın size Volkan, dermiş gibi.


Teyzeler. Evet o teyzeler. Maç boyunca yaptıkları yorumlarla, beni mahvettiler.
Ortada hiçbir şey yokken heyecanlanıp çığlık atmaları da cabası tabi.
En son önümdeki teyzenin, sıranın öbür ucundaki kankisine pozisyonu açıkladığını gördüm. 
"Kaleciye midağle vardı bence, anlamadı onlar, orada midağle yaptılar ona. Gördün mü kız, bak! Dünyanın parasını alıyon, koş azcık yuh sana."
Sustum, yerime oturup maçımı izledim. Hayırlısı artık nağpacan o saatten sonra.


Son kez 70'li yıllardan sonra tribünlerde ilk defa yapılan tezahüratı söyleyip, bu kabus gecesini kapatabilirim.
Karşı takımın futbolcusu yere düştüğünde, hatunların hep bir ağızdan; "Ooooh Ooohh, Oooh Ooohhh çok da güzel oldu" diye bağırmaları.
Bunca yıldır maç izlerim, stada giderim. Böyle sinir-stres, üzüntü yaşamadım.

Tamam, yapılan uygulama kadın ve çocukları da maç izlemeye, stada gelmeye teşvik etmek. Buna saygı duyarım ve tribünde çok fazla hatun görünce benim de hoşuma gider. Ama sadece, erkeklerle birlikte olduğunda!

Kabul edilmeli ki, tezahüratı yapan, tribünleri iyi yöneten kısım erkeklerdir. Bir kere ses bakımından avantajları var. Hatunlar da onlara tiz sesleriyle katkı yaptıkları zaman ortaya güzel bir ton çıkıyor.
Ama ne yalnız erkekler, ne de yalnız kadınlar gitmeli maçlara. Her şey birlikte olunca güzel. Ben dün bunu anladım.

Tribünlere gidin, çocuklarınızı götürün. Çünkü müthiş güzel bir ortam vardır, taraftarlığınızı yaşarsınız. Ama bu uygulama yakın zamanda kaldırılmalı. Zira futbolcuya da gerçek anlamda bir "ceza" yaşatılıyor.

24 Ekim 2012 Çarşamba

O Vintage Kolye

Benim çok önceden bir resimli vintage kolyeye hevesim vardı. Uzun zaman oldu alalı da. Ve aldığımdan beri boş bir halde, içine resim yerleştirilmesini bekliyordu. Bir kenarda kalıvermiş.

Ama Lady Jane'in yazdığı bir yazı üzerine, beni beklediği aklıma geldi ve kalkıp yarım kalan işimi hallettim. İçine, düşündüğüm gibi anne ve babamın birer resmini ayarladım.



Aslında uzakken resimlere pek bakmayı sevmem ben. Baktığında özlemini gideren değil de, daha çok özleyen biriyim, sebebi budur.


Ama şimdi, kolyenin içinde özellikle ikisinin de gençlik hallerinin resimleri olsun istedim. Buradaki resimlerde benden sadece birkaç yaş büyükler. Yaşıma yakın olmaları hoşuma gidiyor. Böylece baktıkça kendimi daha da iyi hissediyorum.

Sanırım yanından ayırmadığın bir nesne var mı diye soran olduğunda, artık bu cevabı verebilirim.

Herkese iyi bayramlar diliyorum!

Biz Alıştık

Düş Kızı ile buluşmalarımızı artık dört gözle bekler olduk. İzmir'den dönüşlerimde, İstanbul'da olduğum vakitler mutlaka birlikte bir gün geçiriyoruz artık. Öyle ki 4.sınıfa geçişim bir sevinç yarattı :)

Ben İzmir'den döndüm, o İtalya'daydı. Ancak dün ayarladık ve görüştük.


Hatun Milanolardan kolye getirmiş Hamide ve bana, ben çook çok sevdim.
Tabi bir de ayraç :)


Biz öncelikle normal bir kafeye gider oturur, sohber eder, bir iki saat sonra kalkar Mustafa Ağbi'nin yerine gideriz. Yani Taksim'de buluştuğumuz diğer zamanlarda da bu böyle olucak sanırım :)
Onun Ogre'yle birlikte götürmüşlerdi beni buraya ve çok sevmiştik. Artık bir kağve içmeden geçmiyoruz :)


Böyle binimum şebek haller, muhabbetler falan. 
Konuşacak çok şey birikmiş tabi. 

Daha taaaağ ilk buluşmamızdan anlamıştık biz artık böyle hep görüşeceğimizi, o zamandan karar vermiştik. Blog aleminin bana geçtiği bir kıyak gibidir bu hatun. Yani gelin siz, burada tanışın, bir daha da hep görüşün denirmiş gibi, bulduk birbirimizi.
Kocaman Maşallah denmeli tabi :)

İlk buluşmamız burada bir tık,

İkinci buluşmamızsa burada.

Düş Kızı'nın bloğu için ise buraya bir tık :)

22 Ekim 2012 Pazartesi

İzmir Oyuncak Müzesi

Blogu uzun süredir takip edenler bilirler, ben oyuncak sevdalısı bir insanım. Bir dolap dolusu oyuncağım vardır hala.
Bir yazımda en sevdiğim karavanımı göstermiştim hatta, onun için buraya bir tık :)

İzmir'de ev arkadaşlarıyla çok sosyal bir günümüzde gitmiştik Oyuncak Müzesi'ne de. Ahmet Ertuğ'un Fotoğraf Sergisine gittiğimiz gündü.
O yazı da hemen burada :)

Biz bayıldık sergilenen oyuncaklara. Fotoğraflamıştım da birkaçını. Buyrun bolca fotoğrafa :)




Girişinde böyle bir çok çocuk heykeli vardı. İp atlayanlar, ağaca tırmananlar. Harika düşünülmüş :)



Girişte hemen karşıda bu ev dikkatimi çekmişti. Ödüllü bir İzmir eviymiş.


Bir Londra kırmızı otobüsü. İçimdeki Londra sevgisi apayrı :)

Gözleme yapan bir ablamız. Minicik hamurları var.


Sunay Akın'ın koleksiyonundan bir sınıf. Onun da bir çok katkısı olmuş bu müzeye.


Mr. Spak'ı da görünce, o Star Trek müziğini söyleyerek dolandım içeride. Kimsecikler de yoktu zaten.


Bir pastacı dükkanı.


Ben buna bayıldım!


Yine bir Sunay Akın Koleksiyonundan


1960'ların Barbie bebekleri :)


"Oyuncaklardan başka sığınacak bir yerimiz kalmamıştı."


Son olarak işte en sevdiğim!
Benim olsun istedim bunu gördüğümde. Oradaki zamanın çoğunu da dönüp dolaşıp bu dönmedolaba bakarken geçirdim sanırım.

İşte böyleydi bir Oyuncak Müzesi gezisi. Umarım kimse içindeki oyuncak sevgisini kaybetmez.
Ve "Oyuncak sevdalısı olmak için, sadece çocuk olmak gerekmez."
Oyuncaklar benim geçmişle tek bağımmış gibi gelir. O masumluktan kalan tek hatıra onlar çünkü.

Siz de isterseniz bu müzeyi internet üzerinden 2 dakikada gezebilirsiniz. 360 derecelik buu uygulamayı çok beğendim. Hemen buraya bir tık :)

21 Ekim 2012 Pazar

Tupperware - Eko Şişe

Ben yanında su olmadan dışarı çıkamayan biriyim. Ya da dışarı çıktığım gibi ilk işim su almak olur. Susamış olup olmadığım önemli değildir, hep yanımda bulunsun isterim anlayacağınız.

Ama artık dışarı çıktığımda bir de su peşinde koşturmaktan sıkılmıştım. İlla bir bakkal veya markete uğramaktan. Pet şişelerini evde doldurup çıkıyordum haliyle. Git gide bunun sağlıksız olduğunu gördüğümden beri de, uygun bir suluk arama derdindeydim.


Uzun zaman önce anneme bu isteğimi söylediğimi de unutmuşum. Benim için, Tupperware satışı yapan bir arkadaşından sipariş vermiş ve dün elimize ulaştı.
İki gündür kullanıyorum ve şimdilik çokça memnunum. Koku ya da tatta herhangi bir değişiklik yaratmıyor. Zaten antibakteriyel diye geçiyor satışında da. Bu yüzden artık sağlıklı su içebileceğim demektir.

Tupperware'in internet sitesinde bu ve bunun gibi bir çok ürünü de bulabilirsiniz. 
Benim Eko Şişe'nin linki de hemen burada.

DipNot olarak; Bir önceki yazıdaki tüm yorum ve dileklerinizi ablam okudu. Herkese tüm o dileklerin için çok teşekkürlerini iletiyor :)

20 Ekim 2012 Cumartesi

Söz Mü Verdiniz Siz Şimdi?


Şu fotoğrafta görmüş olduğunuz heyecanlı, yorgun ama mutlu çift, dün akşam birbirlerine ve ailelerine, birbirlerini hiçbir zaman üzmeyeceklerine, daha da mutlu olacaklarına dair söz verdiler.
Sonra yüzükleri takılıp, kurdaleleri kesildi.
Eh, "sözlenme"nin özeti de budur zaten.

Gece boyunca düşmeyen yüzünüz, ömrünüz boyunca da hiç düşmesin gençler!

Şimdilik kısa bir yazı. Ben şimdi bu güzel yorgunluğumun keyfini biraz dinlenerek çıkarayım.

19 Ekim 2012 Cuma

İstanbul'dan Sesleniyorum


Dün gece 11 uçağı ile İstanbul'a gelmiş bulunmaktayım.
Bekleme halim bu şekildeydi. Snickers'la büyük aşk yaşıyorum şu sıralar.

İzmir'de tez işlerini, koşturmacalarının bir kısmını halledip, bayramı beklemeden erken gelmemin de bir sebebi var elbet.
Saat itibariyle bugün ablamın söz günü. Geldiğimden beri buradaki koşturmacalar da bitmedi tabi, ama boşluk buldukça bakınıyorum buralara.

Umarım herkesin keyfi yerindedir!
Çokça güzel bir hafta sonu diliyorum!

16 Ekim 2012 Salı

Kader


Dostum Cass.

Mine Söğüt / Madam Arthur Bey ve Hayatındaki Her Şey

Mine Söğüt'ü okumak için sabırsızlandığım bir zamanda aldım kitabı elime.
Beni bu hatunla sevgili Cessie tanıştırdı, o yorumlar yorumlamaz da gidip kitabı almıştım.
İyi ki buna öncülük etmiş diyorum.
Önce Mine Söğüt'ün kendisini araştırmıştım, bir sürü bilgi edindim. Beni kendine çekti resmen. Cessie de sağolsun onunla ilgili bir çok paylaşımda bulundu. Ve ben hatunu tanıdıkça, daha kitabını bile okumadan çoktan favorim olmuştu bile.
Yazım tarzı da, tam tahmin ettiğim gibi kendine özgü, garip.

Daha önce pek okumadığım türden bir anlatım diyebilirim. Nasıl tarif edilir bilmiyorum ama biraz karanlık, aynı zamanda tam bu karanlığın içinde sizi boğacakken bir anda toparlıyor.
Bu yüzden tarzı bana iç karartıcı gelmedi, bazı yorumların aksine.
Kendi kalemini bulmuş bir kadın bu, bir kitabını okumakla bile anlayabiliyorsunuz.

Ayrıca son zamanlarda okuduğum en iyi sona sahip romanlardan biriydi Madam Arthur Bey'in hikayesi.
Kitabı bir günde bitirdiğimi söylersem, belki akıcılığını aktarabilmem daha kolay olur. Elime aldım, ve bitti.

Mine Söğüt'ü daha iyi tanımak için sanırım bütün kitapları, listemde ön saflarda yer alacak. Kendime bu tarz bir Türk yazar arıyormuşum ben meğer, fark etmeden. Artık blogta kitaplarını bol bol görebilirsiniz.

Sevgili Cessie'me de bolca teşekkürlerimi iletiyorum :)

Siz nasıl, hangi kitaplarından tanırsınız Mine Söğüt'ü?

15 Ekim 2012 Pazartesi

Ahmet Ertuğ / Echoes of Silence



Cumartesi günü, uzun zamandır afişlerini gördüğümüz Ahmet Ertuğ'un fotoğraf sergisine 
gitmek için sözleşmiştik benim ara sıra kaldığım ev arkadaşlarıyla.
Opera sarayları ve Kütüphaneleri göreceğimizi biliyorduk ama, ben açıkçası bu kadar muhteşem fotoğraflarla karşılaşacağımı bilseydim daha sergilenmeye başladığı ilk günden giderdim!
Elimdeki broşürü fotoğraflamak isterdim başlık için ama, evde unutmuşum. Çok iyi bir tanıtım broşürü vardı.



Ben sadece sergideki Ahmet Ertuğ'un çektiği fotoğrafların bir kaçını, internetten bulduğum kadarını ekleyeceğim. Çünkü içeride fotoğraf çekmek yasaktı tabi.
 Başka türlü sergiyi hangi sözcükleri seçip anlatabilirim bilmiyorum hem. 
Bu fotoğrafları, o dev göz kamaştıran boyutlarıyla görmek! Sanki içindeymişsiniz gibi, o his harika işte.


İsterseniz bir rehber eşliğinde gezebiliyorsunuz. Ama biz kafamıza estiği gibi gittiğimiz için randevu alma olayını bilmiyorduk tabi.  Sergiyi bir de rehberle birlikte gezenlerin aldığı keyif bambaşkadır eminim. Çünkü bu muhteşem yapıtların bir hikayesi olmalı, hikayesini dinleyince gerçek olduklarına inanabilirsiniz. Zira benim nefesim kesildi. Özellikle kütüphaneler kısmında.


Biz gittiğimizde, bizden başka kimse yoktu. Sadece bize kapatılmış gibiydi. O yüzden rahat rahat her fotoğrafı didik didik inceledik. Kaç tanesinin önünde, hayranlıkla bakakaldım bilmiyorum.


Bir de opera sarayı, kalemle çizilmiş gibi. Ve daha onlarcası vardı.

Sergiyi bitirdiğimizde, küçük bir plazmada Ahmet Ertuğ'un Efes'teki çalışmalarını gösteriyorlardı. Oturup sonuna kadar onu izledik bir de. O titizliğine, sanatsal bakış açısına hayran kaldık. Sadece bir fotoğrafçı olarak değil, çektiği fotoğraflardaki tarihi yerleri, heykelleri, oymaları sanki bizzat kendi yaratmışçasına bir hevesle anlatıyor hissettiklerini ve öyle çekiyor fotoğraflarını.

"Fotoğrafı çekmeden önce, onu yapan heykeltıraşın hissettiklerini hissetmeye, onun gözünden bakmaya çalışıyorum." diyor.


Ve işte benim favorim.
Biblioteca del Trinity College de Dublin, Irlanda

Göz kamaştırıcı değil mi?

Arkas Sanat Merkezi'ndeki sergiyi 30.12.2012 tarihine kadar ücretsiz olarak ziyaret edebilirsiniz.
Arkas Sanat Merkezi'nin web sayfası şurası bir tık, facebook sayfası için, buraya bir tık 
Ahmet Ertuğ'un offical web sitesi için de, buraya bir tık

Aynı gün gittiğimiz oyuncak müzesinin de bir yazısını ekleyeceğim.

12 Ekim 2012 Cuma

Marc Levy / Gölge Hırsızı


Gölge Hırsızı'nı geçtiğimiz aylarda bloglarda çok sık görmüşsünüzdür, malum D&R'ın Can Yayınları kampanyasının bence en iyi kitaplarından biriydi.
Ben de kampanya kitaplarına bakarken elim direk bu kitaba gitmişti.

Konusu çok ilginç gelmişti, adından da anlaşıldığı üzre gölge hırsızı olan bir kahramanımız var.
Ama benim için kitabın en sevdiğim yanı bu fantastik tarafının olması dışında, asıl kişinin hayatına tamamen hakim olabilmeniz. Yani olay sadece genç adamın bu özelliğine odaklanıp gitmiyor, yaşamındaki sorunları, ailesini ve aşkını da anlatıyor.

Hiç uzatılmadan, tam da bitmesi gereken yerde bitti. Olaylar çözüldü ve ben rahat bir nefes aldım. Karar okuyucuya bırakılmadı yani. Artık korkuyorum karşıma öyle bir şeyler çıkacak diye.
Sanırım bu konuda Murakami dışında başka bir yazarı kaldıramam çünkü.
Hem öyle mıç mıç bir aşkla da karşılaşmıyorsunuz. Olabildiğince saf, gerçekten.

Bu kitabı okuduktan sonra Marc Levy'nin diğer kitaplarına da sarmayı düşünüyorum.
Şimdiyse delicesine merak ettiğim Mine Söğüt'ün "Madam Arthur Bey ve Hayatındaki Her Şey" kitabına başladım. Bir sonraki kitap yorumu oradan gelecek.
Küçük Kara Balık'tan sonra tabi :)

"Birine bağlanmak son derece tehlikeli. İnsanı inanılmaz incitiyor. Onu kaybetmenin korkusu bile acı veriyor. Bunun olabileceği daha önce aklımın ucundan geçmezdi." (syf; 86)

D&R'da Can Yayınları kampanyasından aldığım diğer kitaplar için, buraya bir tık.

11 Ekim 2012 Perşembe

Küçük Kara Balık Sevinci

Bu sabah rutin ikea kahvaltılarımızdan yaptık eski oda arkadaşımla. Ikea benim kaldığım yerin hemen yanında, yani gözümüzü açar açmaz orada buluyoruz kendimizi. Hem bu yüzden hem de;


Şöyle bir kahvaltı servisi bize sadece yaklaşık 3,5 liraya mal oluyor. 11'e kadar da sürüyor. Bir öğrenci için velinimet tabi :)
Bir de böyle grup halinde teyzeler istila ediyor yemek salonunu, artık günleri ucuz olsun diye kahvaltıya mı çeviriyorlar bilemiyorum. O bildiğiniz yuvarlak masalara kurulup baya kakara kikiri, sabah sabah öyle bir enerji yani.

Buradan çıkınca arkadaşımla bir anlaşma yaptık. Ben onunla nefret ettiğim mağaza turu yapacaktım ama sadece 3 tane, o da benimle benim istediğim kadar D&R'da takılacaktı. Hatta girdikten sonra beni unutup, içerde de tırım tırım aramayacaktı. Kabul etti. 


Ve ben çocuk bölümüne yönelip, eski dostuma kavuştum. Hemen ardındansa uzun zamandır dvd sini aradığım Man On Wire'ı bulup bağrıma bastım. Ve d&r da tam olarak 1 saat 58 dakika kaldık.

Küçük Kara Balık! O bugün benim sevincim oldu. Bir kez Forum'da, bir kez de devletler hukuku dersinde okuyup bitirdim. Doyamadım yine de, hatırlamadığım özlediğim o kadar çok yeri varmış ki. Daha sonra altını çizdiğim birkaç söz için ayrı bir post yapacağım ona.

Man On Wire'ın bendeki değerini ise, yine apayrı bir postta dile getireceğim belki bir gün. Bilmiyorum. Sadece;

"Ben 2008 yılında bir film izledim ve o filmde öyle bir adam tanıdım ki, peşinden koştuğum ve koşacağım ne varsa gani gani ona borçluyumdur." Öyle.

Bir gün seninle tanışacağım Sevgili Philippe, mutlaka.


Burada da bir Küçük Kara Balık mutlusu insan görüyorsunuz. Milkşeyki bile var. 
Şimdi ben 3.kez okuyup hasretimi tam olarak gidermeye doğru yol alıyorum.

10 Ekim 2012 Çarşamba

Haftasonu Tire'si

Tire yolcusu olduğumu yazmıştım, bu postta. Ben gittim geldim, dinlendim.
Kısacık 2 gün çok iyi geldi.


Cuma günü İzmir'de delicesine sıcak vardı. Ikea'nın ordan geçmişken şu buzlaşlardan aldık.
Yani buzlaş diyorum, çünkü bu elimdekinin adını bilemedim şimdi.
Ama yeşil elmalısı çıkmış, müthiş.
Trende sıkıllan Şebnem biletten kelebek yaptı sonra. Pardon papyon. Belki ikisi de değildir, çok kararsız.


Tire'ye gittiğimizin ertesi günü böyle yollardan geçtik, dağlara çıktık.
İnsanlar yamaç paraşütü bile yapıyorlardı, en tepede bir alan varmış oradan atlıyorlarmış.
Yamaç paraşütünü iki sene boyunca düzensiz gitmekten dolayı bırakan bir insan olarak, çok kıskandım.
İçim gitti baya.


Sonra bu manzarayı gördük.
Önceden demiştim denizi eksik sadece diye, öyle ama yine de çok huzurlu görünmüyor mu?


Biraz daha yukarılara yol alınca yol kenarında gördüğümüz böğürtlen ağaçlarına daldık.


Yani ben kendimi biraz fazla kaptırıp tırmandım oralarda bir de. Valla.
Ama sonuç şu şekildeydi;


Olmuşları toplamakla yetindim, diğerleri çok ekşi geldi millete.
Ama ben yine de yedim.
İyi ki oramız buramız şişmedi, alerji olmadık.
Buradan böğürtlen çılgını anneme bi selam çakıyorum, senin yerine de yedim ben hatun.


Bu kestaneler de benim şaşırmam sonucu fotoğraflandı. Daha önce hiç görmemiştim ama.
Arkada gülmekten yarılan Şebnem kestaneyle uyumlu mudur bilemedim.

Ve o günün akşamına gelirsek eğer;


Böyle mükemmel bir sofrada olduğumuzu söyleyebilirim.
Duygu'nun babası harika saz çalıyor.
Hal böyle olunca haydi bakalım diyerekten birer duble rakı konuldu ve babasının söylediği türkülere annesinin de güzel sesiyle eşlik etmesini hayranlıkla izledik. Onların ikisi de müzik öğretmeni, bu yüzden o ahengi tahmin edersiniz.
Eh biz de eşlik ettik tabi, efkarlanarak.


Sabah kahvaltı için Kaplan denilen dağa çıktık.
Evden bir şeyler hazırlayıp, ormanın içinde arabanın üzerine kahvaltımızı hazırlayarak yedik.
Ispanaklı pideyi de ilk defa yedim, harika bir şeymiş.


Açıkhava beni çarpmış olmalı, zira gözlerim küçülmüş.


Biraz da tepelere doğru yürüyüş yaparak tren saatimizin gelmesini bekledik.

Benim açımdan harika bir hafta sonuydu. Özellikle o müzik ziyafeti, müthişti. Güzelce kafamızı dağıtarak döndük Bornova'ya. 

Bir önceki Tire gezisi için, buraya bir tık.